Merhabalar,
Büyüklerden zaman zaman Ramazanların eski tadının
kalmadığını duyardım. Bu cümleleri duyduğum yaşlarda neden böyle söylediklerini
anlayamaz ama sorgulamazdım. Şimdiki aklımla o yıllarda olsam, her ayrıntıyı
anlatmalarını isterdim herhalde. Yıllar geçtikçe ben de, kimi zaman eski tadı
alamadığımı düşünsem de bu yıl anladım ki, o tat almadığımı zannettiğim ve
geçmişe özlem duyduğum Ramazanlar bile çok güzel ve kıymetliymiş. Salgın nedeniyle
sevdiklerimizden ayrı, kalabalık iftar sofralarından uzak bir Ramazan olarak
kalacak bu yıl ama hafızalarımıza da diğerlerinden bu farkıyla kazınacak.
Geçmiş Ramazanlara dalıp gitmişken aynı zamanda neler
yaşadık ve kimler geldi, kimler geçti diye düşündüm. Çocukken, ilkokul
çağlarımdaki oruç tutma isteğim hep öğleye kadarla sınırlandırılırdı. Öğleye
kadar “kendimizce” oruçlu olup, öğlede yemek yer, bazen öğleden akşama kadar da
oruca yine “kendimizce” devam ederdik. Evde iftar hazırlıkları öğle olmadan
başlardı neredeyse. Trabzon’da iken babaannemin domatesli pilavı olmadan diğer
yemeklerden tat alamazdım. Onun bakır tencerede yaptığı domatesli pilavının
tadını yıllarca hiçbir yerde bulamayışımın nedeni elbette lezzetiydi ama en
önemli özelliği benim çocukluğum, onun ellerinin değmesi ve yüreğinden
aktardığı sevgisiydi. Divriği’deyken annem hem çalışıp, hem de iftar için öyle
hazırlıklar yapardı ki, nasıl başarabildiğini bugün bile anlamış değilim. Kısa
sürede açtığı su böreğinin ve bol fındıklı baklavasının lezzeti hala damağımda.
Sivas’ta iken evde yapılan katmer, Erzurum’da iken tandır ekmeği ve kadayıf
iftar sofralarımızın olmazsa olmazlarıydı. Mesele hiçbir zaman yemek değildi
aslında, birlik-beraberlik, sabırla beklemek, sevdiklerimizle olmak, davet
etmek, paylaşmak ve hep birlikte Ramazan’ın güzelliğini yaşamaktı.
Biraz daha büyüyünce de Ramazan’ın ilk günü, tam
ortasında ve son günü oruçlu olup, sanki tamamını oruçlu geçirmiş ve büyük bir
iş başarmış gibi hissederdik. Bazen unutarak yeyip içer, bunu da lütuf olarak
görürdük. Arkadaşlarımızla tartışacak olsak “oruçlu iken kalp kırmak yok”
diyerek tatlıya bağlardık. Oyunlarımızı bile iftardan önce ve sonrasına göre
belirlerdik. Hareketin fazla olduğu, su ihtiyacımızı arttıracak oyunları iftardan
sonraya bırakır, öncesinde yerde taşlarla oynanan daha az hareket gerektiren
oyunları seçerdik. İftar sonrası havanın kararması bile saklambaç oynamamıza
engel olamazdı. İlkokulun son dönemleri ve ortaokul yıllarımın, insan
ilişkilerinin iyi olduğu Divriği’de geçmesinin tüm avantajlarını kullandığımı
şimdi çok daha iyi anlıyorum.
Sahura kalkmak en büyük isteğim olduğu için erken
yatmaya çalışır, beni kaldırmayı unutmamalarını herkese tembih ederdim.
İftar yaklaşırken televizyondan ziyade radyo mutlaka
açık olur, şehrin meydanına yakın yerdeki evin cumbasında oturup vaktin
gelmesini beklerdik. Yoldan geçen arabalar ve yürüyen insanlar vakit
yaklaştıkça azalırdı. Parktan yükselen kuş seslerini evin içinde hisseder,
ağaçların yeşilliği ve manolyanın güzelliği ile huzur bulurduk. Mutfakta son
hazırlıklar tamamlanırken, mutfak camının alt kısmındaki küçük kiremit çatıya
güvercinler için bayat ekmekler bırakır, onların birbirleriyle olan yarışlarını
heyecanla izlerdik. Evin bir cephesinden görülen denizin maviliği ile bahçedeki
kırmızı güllerin güzelliği ve diğer cephede evin içindeymiş gibi hissettiren
parkın yeşilliği arasında gider gelirdik. En güzel sohbetler bu vakitlerde
edilir, iftar yaklaşırken masa başına hep birlikte geçerdik. Ezan okunmasına
bir kaç dakika kala sessizlik olur, dualar edilir ve bu sessizlik ezanla
bozulurdu.
Dedem Ramazan boyunca her akşam teravih için camiye
gider, dönüşte eve hiç eli boş gelmezdi. Dondurma, şekerlemeler, çikolata,
meyve ya da çerez getirir, onun geliş saatini bilir, zil çaldığında kapıya
koşar ve ne getirdiğine bakardık. Getirdiklerinin camiden verildiğini
düşünürdüm hep. Yıllar sonra bunların camiden verilmediğini öğrendiğimde ufak
bir şok yaşayacak kadar inanmış olsam da buna, bugün gülümseyerek anacağım
anılarıma ekli olmasından dolayı mutluyum.
Lise yıllarımda anneannemlerde kalabalık sahur
yemeklerine katılmak için can atar, benden 2 yaş büyük dayımla gülecek bir
şeyler mutlaka bulur, gülmekten yemek yiyemezdik. Kalabalığın verdiği güzellik
ve enerji ile bir sonraki sahuru zevkle beklerdik. Hatta daha küçük yaşlarda
dayımla evde yaptığımız, çubuklarla hareket ettirdiğimiz nerdeyse orjinaline
yakın görsellikteki Hacivat-Karagöz gösterilerimize ev halkının katılımı
zorunlu kılar, onlar eğlenmese de biz çok eğlenirdik. Çocuk olmanın en güzel
yanı da bu değil miydi zaten, her şartta, her koşulda basit şeylerle bile mutlu
olmak..
Şimdi ne değişti? Neden bizlerde o zamanın büyükleri
gibi nerede o eski Ramazanlar diyoruz. Değişen zaman mı, şartlar mı, bizler
miyiz? Herkesin kendi cevabı değişen Ramazanların nedeni aslında..
Bu güzel ayın kıymetini bilmek dileğiyle.
Sağlıcakla kalın..