Bu milletin öyle tarihi, öyle ataları var ki ne yazık ki her
geçen gün o güzel tarihe ve o güzel tarihin adalet duygusuna ihanet eder duruma
gelmiş.
Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine kadar bütün dünyaya örnek
olan o güzel adalet duygusunu ters yüz ettik.
Yozlaştık.
Birbirimize yabancı olduk.
Hak ve hukuku yerle bir ettik.
Peygamber efendimizin ‘Komşusu
aç iken tok yatan bizden değildir’ sözüne sadık kalamadık.
Bugün arife...
Yarın bayram.
Ramazanın bu son gününde sizlere Fatih Sultan Mehmet
döneminde yaşanan, ders gibi son derece anlamlı bir hikayeyi paylaşmak istedim.
Çok şey anlatıyor.
***
İstanbul’un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkumları
serbest bırakmıştı.
Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak
istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun
halka yaptığı zulüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için
hapse atılmışlardı.
Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih’e bildirildi.
O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar
hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih’e de anlattılar. Fatih, o
iki papaza şöyle hitap etti:
– Sizlere şöyle bir
teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz,
Müslüman hakimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de
sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve
sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı
olduğunuzu ispat ediniz.
Hazreti Fatih’in bu teklifi papazlar için çok cazip
gelmişti. Hemen padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate
çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa’da şöyle bir
hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir Yahudi’den bir at satın almış, fakat hiçbir
kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslüman’ın ahırına gelen atın hasta
olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını
beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş.
Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş
olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek
atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan Müslüman’ı
çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
– Siz ilk
geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade
eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan
hadisenin bu şekilde gelişmesine mademki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan
zararı benim ödemem lazım, deyip
atın parasını Müslüman’a vermiş.
Papazlar İslam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce
parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal
tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik’e düşmüş.
Papazlar orada şöyle
bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir Müslüman diğer bir Müslüman’dan bir tarla satın alarak
ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan
çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı?
Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle
tarlayı satın aldığı öbür Müslüman’a götürüp teslim etmek ister.
– Kardeşim ben senden
tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar
altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın. Al şu altınlarını,
der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir.
O da şöyle söyler:
– Kardeşim, yanlış
düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber
sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan
altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir, dilediğini yap.
Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani
mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da
tekrarlar.
Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sorar.
Onlardan birinin kızı, birinin de oğlu olduğunu öğrenir ve
oğlanla kızı nikahlayarak altını çeyiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp
doğruca İstanbul’a Hazreti Fatih’in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki
hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
– Bizler artık
inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde
vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük
yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin
idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz. (1)
***
Sevgili okurlar, Türk milletinin tarihi işte bu.
Peki bizler bugün bu hikayenin neresindeyiz?
Tavandan tabana hangi makam sahibi olursak olalım titreyip
kendimize gelmek zorunda değil miyiz?
Şapkamızı önümüze koyarak ‘Biz nereye gidiyoruz’ diye kendi kendimize soralım.
Her yönü ile yozlaşma kültürü bizi esir alıyor.
Acı ama gerçek bu.
Güzel bir söz vardır:
İçini dışından daha
çok süsle.
Çünkü dışın halkın,
için HAKKIN baktığı yerdir.
Her şeye kadir olan yüce Allah, bizleri doğru yoldan ayırmasın.
Ramazan Bayramınız mübarek olsun.
Kyn(1) Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu,
Osmanlı Yayınevi