Kentlerin insanları
ile olan bağları ve ilişkileri çok önemlidir.
Aralarında süregelen duygu ve yaşam alışverişinde, her iki
taraf da mutlu edilmek ve birbirine güvenmek ister. Çünkü kentler de canlıdır.
İnsanlar gibi, doğar, gelişir, olgunlaşır. İşte o olgun ve kültürlü kentler ancak; insanların aradıklarını ve
geleceğini bulacakları kentler olurlar.
Her şey karşılıklı; kent ve insanının birbirine vereceği de
karşılıklıdır. Bir kent, kendi halinde ‘suçlu’ değil hatta masumdur da.
Birlikte nefes alıyoruz ve birlikte hayal kuruyoruz.
Dolayısıyla da, kentle ilgili olumsuz bir durumdan hem bedensel hem de ruhsal
olarak fazlaca etkilenmemiz doğal.
Betonların arasına
sıkışmış, trafikle baş edemeyen, sanatın yaşam bulamadığı bir kent, insanlarına
ne sunabilir ki?
İnsanlar kentlerinden ne bekliyorsa, kentler de, aynı
muameleyi ve ihtimamı insanlardan bekler. Kentler; tarihini, yeşilini,
kimliğini, anılarını yaşarken halkına güvenir. Onlarla yaşayacağını ve
güzelleşeceğini bilir. Ya insanlar?
Toplum ne ekerse,
kent de, o emeğin karşılığı verecektir.
Bugün rant odaklı bir kent yönetimi anlayışından şikayet
ederken, bu anlayışı yürütenler kadar onlara yeterince karşı çıkmayan bizlerin
de suçlu olduğu kesin. Kent kimliğine ve yaşam alanlarımıza ne kadar sahip çıktığımız konusunda kendimizi
sorgulamamız lazım.
Sürdürülebilir
kalkınma, sürdürülebilir turizmden bahsediyoruz ama sürdürülebilir yaşam
alanlarından bahseden yok!
Sözde kalkınma adına peşine takıldığımız turizmin nasıl
şekilleneceği ve nerede durması gerektiği ile ilgili hiçbir fikrimiz ve
planımız yok.
Birçok kentimiz gibi
Trabzon da, bu sahipsizlikten ve plansızlıktan fazlasıyla hırpalanmış ve darbe
almış durumda.
Daha düne kadar Trabzon, ticaret merkezi olacak, olmadı,
sağlık merkezi olunacağından söz ediliyordu. (Üstelik birçok kent kaynağı da bu
yönde kullanıldı.) Şimdi ise, turizmin bölgeyi nasıl kalkındıracağından dem
vuruluyor. Dün açılan Sarp kapısıyla
ticarete umutlandırılan kent halkı, bugün turizme umutlandırılıyor...
İnsanlar köylerinde, yaylalarda, verimli topraklarını talan ederek tesis açmak
çabasında... Üstelik birçoğu da yabancı sermayenin eline teslim.
Halk toprağının ve
kentinin, elinden kayıp gittiğinin farkında bile değil...
Artık dağ, tepe her yerde, beş on katlı evler görmeniz
mümkün. Sözde Araplara hizmet amacı taşıyorlar.
Kendi toprağımızda
hizmetli, kiracı hatta yabancı olmamız yakındır.
Kent tarihine ve kimliğine nasıl sahip çıkılır bilemeyenler,
şimdi de, sığınma alanlarımızı, köy ve yaylalarımızı başka bir sözde KAZANCA
peşkeş çekiyorlar...
Siz hiç Batı’da turizm adına, köylünün yaşam alanına ve
verimli topraklarına müdahale edildiğini gördünüz mü? Ya da bu yaşam
alanlarının ve toprakların bireylerin inisiyatifine terk edildiğini..?
Sonuç olarak;
Yerel yönetimlerin
kentleriyle ilgili;
çevre tahribatı, fiziki plansızlık ve (özellikle aldığı
göçlerin de neticesinde) “kentleşememe”, kent yaşam alanlarının
sürdürülebilirliği; sosyal alanların, verimli toprakların ve doğanın
dokunulmazlığı gibi meseleleri olmalıdır.
“Hakiki sanat, muhteşem bir şehir vücuda getirmek ve
halkının kalbini saadetle doldurmaktır.”/Fatih Sultan Mehmed/
Bu konuda yerel
yönetimler kadar, halkın da kendini sorumlu hissetmesi, kentinde, kendi
geleceğini görmesi gerekir.
Kentler ve toplumlar dengeli bir ilişki içinde olurlarsa
ancak, sağlıklı bir kent geleceği inşa edilebilir... Bir şeyi sürdürebilmek
için o şeyi korumak, ona değer vermek ve onu sevmek gibi bir zorunluluğumuz
vardır.
Yoksa hiç kimsenin,
kentinin ona sunduklarından, içinde bulunduğu durumundan şikâyet etmeye hakkı
yoktur!