Eğitim alabilmek, çalışmak ve ekonomik yeterliliğe sahip
olmak, adalet aramak, inancını yaşamak, sosyal ve siyasal yaşamda kendi
iradesini kullanmak, siyaset sisteminde ve karar mekanizmalarında bulunmak,
kültür ve sanat alanında kendini geliştirmek, insan onuruna uygun bir yaşam
biçiminde olması gereken işlevlerdir.
Sadece temel ihtiyaçlara ulaşamamak yoksulluk değildir.
İnsanlar bu işlevlere ulaşamıyor ve sahip olamıyorlarsa, orada “insani
yoksulluk” bir başka değişle yoksunluk var demektir. Afganistan’da yaşananlar
bu yoksulluklar neticesinde oluşan cehaletin ürünüdür.
Bugün Afgan kadınların, 2001 sonrası kazandıkları özgürlük
alanlarının, Taliban dönemiyle birlikte yeniden daralması, “Bakan, belediye
başkanı, hâkim ve polis olarak” bir kartvizit ve makam elde etmiş kadınların
emeklerinin yok sayılması, belirsiz bir ülke geleceğinin, onursuz bir yaşamın
habercisidir.
Afgan kadınların sadece canları tehlikede değil, aynı
zamanda kimliksiz ve kendi iradelerini kullanamayacakları karanlık bir yaşam
onları bekliyor. Mücadele etmezlerse hayatta dahi kalamayacaklarını söyleyen
Afgan kadınlar, başka ülke kadınlarından destek alsalar da nihayetinde, kendi
çabaları kadar hayatta kalacak ve kendi mücadeleleri kadar
kazanacaklardır.
Cehalet ve şiddet denen kâbus toplumun üzerine yoksulluklar
ve yoksunluklar neticesinde çöküyor. En tehlikelisi bu durumun, toplum
tarafından zamanla normal karşılanması ve değiştirmek için hiçbir mücadele
ortaya konulmamasıdır. “Engelleri aşmak var oluşun en önemli hazzıdır” der
Schropenhaver. Kadınlarını yoksun ve yoksul bırakan ülkelerin, insan
haklarından ve uygarlıktan bahsetmesi, aydınlığa çıkması, toplum barışını
sağlaması mümkün değildir.
Bir de bize bakalım; Nüfusumuzun yarısını teşkil eden
kadınların yasalarda eşitlik olmasına rağmen hala hak eşitliğine dayalı bir
statü kazanamaması, ayrımcılığa uğraması, sosyal güvencesiz ve düzensiz iş
hayatına sahip olması, kendini geliştirebilecek fırsatlara ve ortamlara
ulaşamaması, siyasi karar mekanizmalarında varlık gösterememesi, kısacası;
özgür iradesini kullanabilen, sosyal statüsünü ve yaşam refahını belirleyen bir birey olamaması,
kadınlarımızın en önemli sorunu ve yoksunluğudur.
Yani sadece ekonomik yetersizlik yaşayan kadınlarımız değil,
eğitimli, meslek sahibi, çalışan kadınlarımız bile aynı kısır döngü içindeler.
Toplumsal cinsiyet ayrımının fazla olduğu ülkemizde, kadına yönelik toplumsal
algı değişmedikten, cehaleti besleyen kadın yoksulluğunu ve yoksunluğunu
ortadan kaldırılmadıktan sonra ne insan haklarından ne sağlıklı kalkınmadan ne
de şiddetin sonlandırılmasından bahsedebiliriz.
Bir toplumun uygarlık düzeyini belirleyen en önemli kriter
kadının durumu ise, asıl mücadelemiz, kadın yoksulluğuna ve kadına karşı olan
ayırımcılığa karşı olmalıdır. Nihayetinde Atatürk, “Bizim toplumumuzun uğradığı
başarısızlıkların sebebi, kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurdur.” diyerek
topluma, “Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken
alan biçim ve kılıkta başarıdan çok; ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek
faziletle süslenip donanmaktır!” diyerek de kadınlara mesajını vermiş. Mücadele
alanımızı işaret etmiştir. Engeller şikâyet etmek için değil, aşılmak içindir.
Yeter ki neye karşı mücadele edeceğimizin bilincinde olalım.