Türkler için “Yazı yaylakta kışı
kışlakta geçirir” derler tarihte.
Ekonomik şartlar ve coğrafyanın
verdiği imkanlar içinde "yaylacılık" günümüze kadar sürüp gelen
kırsal kesimdeki insanımızın başlıca geçim kaynağı olmuştur.
Yaylacılık sadece
hayvancılık süt ve süt ürünlerinin elde edildiği ticari iş değildi.
Yaylacılık aynı zamanda kültürel
kodlarımızın ana hatlarını oluşturan yaşam biçimi olarak süregelmiştir.
Önce nisan mayıs ayları beklenir.
Sonrasında önünde büyük ve küçükbaş
hayvanları ve onlara eşlik eden çoban köpekleri ile ilk konaklayacakları yer
olan "mezere"ye doğru yaya olarak hareket edilir.
Bu kafilenin içinde bütün aile
vardır... Gelinler, kızlar oğlanlar, kaynana kayınpeder, torun atı ve
eşeği ile yola konulurken, şanslarına yağmura, sert rüzgarlara biraz daha
tepelere çıktıkça belki de kara, doluya da tutuluyordular.
Bu bir ekmek savaşı.
Hayata tutunma uğraşı idi.
Ama üretim vardı.
Pazara çıkartılacak peynir
tereyağı, kaymak, süt yoğurt vardı.
Koyunlar kuzular, sürü çoğalır...
Kurbanlıklar satışa hazırlanır.
İnekler o güzelim meralardan süt
dolu olarak salına salına "kelif"in hemen altında yanında bulunan
ahırlarına girmeden, kapının önünde sağılmalarını beklerler.
Ve o sütten artı değer elde
edilirdi.
Düğün yapılır, çocuk
okutulur, evin ihtiyaçları karşılanır, üst baş alınır, etini, sütünü,
peynirini, yağını temin ederdi o insanlar.
Bu böyle sürüp gitti.
Yaylalar şenlikti.
Hayvanların boğazlarındaki
çıngırakların / ki bizim buralarda "kelek" denir/sesi doğanın olanca
muhteşemliği ile sanki bir senfoni orkestranın nağmeleri gibi yaylada
yankılanırdı.
Her tepenin, her derenin, her
gözenin, her kayanın bir öyküsü vardı yaylada.
Bunca meşakkatli bir
yaşama rağmen yaylanın çimeninde oynayan çocuklar kendini doğayla
bütünleştirmenin getirdiği özgürlük içinde temiz havayı solukluyordular.
Ve o çocuklar aynı zamanda
hayvanların bakımına yardımcı olarak aile bütçesine katkı sağlıyordular.
Hayvanlar ahırlarından çıktığında
yaylanın çimenini bir karartı kaplardı.
O kadar çoktu hayvan.
Ve şimdilerde arasan da bulunmayan,
varillere basılmış mis kokulu o dağların binbir çiçeğinin
aromasını kattığı peynirler, tereyağılar...Yoklar...
Yürüme gidilip gelinen yaylalara
yollar yapıldı.
Ulaşım rahatladı.
Her şeye ulaşmak kolaylaştı.
Yaylalarda bile neredeyse marketler
açıldı.
Ve o kelifler de yok oldu.
Yerlerine apartmanlar,
villalar yapıldı.
Meralar giderek yerini evlere
bırakmaya başladı.
İneği koyunu görmek şansa kaldı.
Artık sürü yok.
Evler modern.
Kalorifer döşenmiş yaylada.
Elektrik artık hiç de lüks değil.
Herkesin evinde su var.
Ama o keliflerde yaşayanlar yok.
Ve o keliflerde yaşayan olmayınca
üretim de yok.
Yazdan yaza gelip dededen atadan
kalma yayladaki kullanım hakkının üstüne yaptırdığı evinde
"istirahat" edip eş dost ağırlayanlar, ihtiyacı duyduğu her şeyi
marketlerden alıp evine çıkar.
Yıl boyu yaşadığı şehirdeki
marketlerden ne hazindir ki, tereyağını peynirini bile almak zorunda kalır.
Çünkü; çoğunluk artık…
"YAYLACI DEĞİL
YAZLIKÇIDIR"
Kalmışsa birkaç yaylacı aile
onların da ürettikleri "YAZLIKÇILAR"a yetmez.
Peki ne olacak bu işin sonu?
Çevre bozuluyor giderek.
İklim değişiklikleri insanlığı
zorluyor.
Tarımsal üretim giderek azalıyor
ihtiyaca cevap veremiyor.
Yayla üretim merkezi olmaktan
çıkmış keyif çatma yeri olmuş.
Hazırı tüketmek nereye kadar?
Ya o kelifleri yok etmeyecektik.
Ya da her türlü olumsuz
şartlara rağmen çalışmanın üretmenin ne kadar değerli olduğunu
öğrenebilseydik.
Çözüm var mı?
Var.
Mevcut yasa ve yönetmelikler
uygulanabilse bile yeter.
Bir de üreten insanımızı teşvik
etsek.
Yaylalar, yazlıkçıların keyif
çatıp hazırı tükettiği değil, üreten insanların yeri olmalı.
Yasa da bunu böyle emreder.
Devletin önemli makamlarında görev
alan yöneticilerimizin çoğu eski yaylacı ailelerin çocukları olmasına rağmen
yaylaların giderek yok oluşunun önüne geçmeleri konusunda çaba
göstermeleri gerekmez mi?