Annemle babam, birbirini görüp beğenmiş.
Teyzemle amcam evliydi. Hepsine Allah rahmet eylesin. Annem,
ablasına arada sırada yardıma gidermiş. Teyzeme yardıma gelip, gitme esnasında,
babamla birbirlerini görüp aşık olmuşlar.
Birbirlerine hep sevgiyle bakmışlar, birbirlerini
önemsemişler ve saygı duymuşlar.
Bendeniz birbirini seven iyi insanların çocuğuyum ve şanslıyım.
Hep evlatları için çalışıp yaşadılar. İyi ki bizleri erken
bırakıp gitmediler. Bazen öyle hikayeler duyuyorum ki, canım çok acıyor. Eğer
erken gitselerdi, biz acaba ne olurduk, diye düşünmeden edemiyorum.
Geçenlerde bir arkadaşım, dünyanın en acımasız yeri, aile
ocağıymış dedi.
Anne baba gidince, görüyorsun kimin ne olduğunu dedi. Bu
cümle öyle sıradan bir cümle değildi. Aslında arkadaşlarımın, anne ve babaları
gidince buna benzer hikâye çok duymuştum.
Demek ki bazen vicdanların isyanı, böyle an’larda yakınmalarla ortaya
çıkıyor.
Eğer acıya, hüzün eşlik ediyorsa, nefretle yaşamaya başlıyor
insan. O zaman dünyanın en acımasız yeri de aile ocağı oluveriyormuş
Dedim ya, ben iyi insanların çocuğuyum. Demek ki biz hepimiz, olgunlaşıncaya kadar
bekledi, annem ve babam.
Anne, baba, kardeş ve aileyle ilgili çok hikayeler okudum,
dinledim. Cümleleri keder ve hüzün dolu olan.
Freud “İyi gömülmeyen ölü, geri döner” demiş. Tüm bu
hüzünler anne ve babaların ruhlarında keder ve hüzün bırakıyor mudur?
Ölülerin canı acır mı? Ölülerin geride bıraktıklarının,
yaptıkları bu acımasızlıklar, aslında vedanın sızısı mıdır?
İşte yüzleşmek istenilmeyen tüm olaylar, gerçekler, tıpkı
bir sel gibi, zaman zaman böyle tüm olayları önümüze katarak, sel baskınlarına
sebep oluyor.
Bilmiyorum ki affeder miyim, dedi arkadaşım. Geçmişte her
şey, iyiyken annem ve babam gidince, bugünlerimi neden tedirgin eder oldular.
Neden söyler misin Havva?
Bilmem ve bilemem ki.
Oysa ayrılık annem ve babamlaydı, neden diğerleri de hayatı
eksik yaşatmaya çalışıyor, dedi.
Tüm bu hikayeden öğrendiğim bir şey varsa, ruhsal acıların
tedavisinin çok zor olduğuydu.
Benim görevim, arkadaşımı dinlemek ve onun yaralarına biraz
da olsa merhem olabilmekti. Ama benim kelimelerim, maalesef yetersiz kalıyordu,
tüm bu duyduklarıma.
Oysa neyi paylaşamıyorsunuz değil mi? Anne ve babanız size
her şeyi paylaştırmayı becermişte, siz üstesinden gelmeyi mi beceremiyorsunuz?
Büyük olmak hayat masalını iyi anlamak, paylaştırmayı
bilmek, sevmeyi saymayı anlamak, korumak, kollamak, vicdanını kaybetmemekti.
Hayal kırıklığı geçmiyor. Beklentinizi alıp götürüyor. Başta
belki çok üzülüyorsun, ama sonra az üzülüyorsun. Pişmanlıklarını ise yüksek
sesle söyletiyor. Tıpkı bir fincan kahve ile başlayıp, kırk yıl hatırı olacak
kahvenin, devamında bitmeyen, unutmaya direnen kelimelerin haykırması gibi.
Bir şey daha öğrendim tüm bu duyduklarımdan, birbirimize
karşı ne kadar acımasızmışız. Hep bir
rövanş peşindeymişiz. Hep haklı olmak derdimiz varmış. Hep ben hak ediyorum
sorunumuz varmış…
Off hayat işte! Sonunda hepimiz öleceğiz işte!
Üstelik ölüm gününde
bile, unutma ki “yemeden, içmeden kimse senin için üzülmüyor. Bu kadar acı işte
her şey.
Arkadaşım beni çok etkiledi. Annesini ve babasını çok
severdim. Belki de onlara bir borcumdu tüm bu kelimelerim. Bu anlattıklarını
yazacağım dedim. İsmimi yazma dedi. Yaz, yaz ki ileride sırtını dayadığınızı
zannettiklerinizin, sizin sırtınızı, nasıl dayanaksız bıraktıklarını okusunlar.
İnsanın nasıl aciz bir varlık olduğunu okusunlar. Ölüp gideceğiz unutmasınlar.