Fransız le Monde Muhabiri Guillaume Perrier "Türkiye
analizi" yapmış, ülkemizi sınır ötesi bir gözle değerlendirmiş. Yaptığı
analize katılıp katılmamak herkesin takdirine. Ancak yaşadığımız bu süreçte
kullanılan dil milleti ayrıştırmaya doğru sürüklediği bir gerçek.
Kutuplaştıran, iteleyen, öteleyen, bizden değil anlayışının gerilime doğru
sürüklenmeye yol açmaya başladığına hep birlikte şahit oluyoruz.
Sağ, sol ve diğerlerinin ayrı telden dem vurduğu bu dönemde
Perrier'in 10 yıl önce yaptığı aşağıdaki analizin özeti günümüzde yaşanan
gelişmeler paralelinde değerlendirilebilir;
"Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor.
Bu ülke korkulduğu gibi, ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı. Daha
korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor. Cumhuriyet boyunca süren kültürel
bölünme. Bu artık iyice keskinleşti. Şimdi bir yanda, ayakkabılarını sokak
kapısı önünde çıkaran, kadınları başı örtülü, erkekleri sokağa pijamayla da
çıkabilen, erkek çocukları kahveye giden, kız çocukları tam bir baskı altında yaşayan,
türkü ile arabesk arası bir müzikten zevk alan, futbol izleyen, belki de hiç
kitap okumamış, hiç dans etmemiş, hiç karı koca birlikte yemeğe gitmemiş, hiç
tiyatro seyretmemiş, iyi eğitim alamamış, dini inançları kuvvetli, kalabalık,
bir kitle var.
Diğer yanda ise kız lisesi-kolej yelpazesinde eğitim görmüş,
en azından bir düğün salonunda ya da kolej partisinde dans etmiş, sinemaya
giden, çok fazla olmasa da kitap okuyan, müzik zevki pop şarkılarla, klasik
müzik arasında dolaşan, evi nispeten daha zevkli döşenmiş, kızlarının flörtüne
göz yuman, kadınları modern görünümlü, şarabın kalitesinden pek anlamasa da,
kadın erkek bir arada içki içebilen, gazetelere bakan, magazin haberlerini
izleyen, kendini birinci gruba kıyasla çok gelişmiş algılayan, entelektüel
düzeyi çok yüksek olmasa da, Batı standartlarına yakın bir grup var. Bu iki
grubun yaşam tarzı birbirinden kopuk.
Onların, Batı'daki sınıflar arasında ortak zevk alanları
yaratan, müzik, resim, heykel tiyatro ve sanat gibi, birleştirici kültürel zeminler
yok. Yaşamları, zevkleri, inanışları birbirinden çok farklı. Hatta birbirine
düşmanca.
Birinci grup Cumhuriyet boyunca horlanmış, aşağılanmış,
itilip kakılmış. Şimdi bu grup siyasal olarak örgütlendi. Kalabalıklar. Ve her
seçimi kazanacak siyasi bir güçleri var artık.
İkinci grup ise azınlıkta. Ve artık bir daha seçim kazanma
olanakları yok. Bu noktada da tarihi bir paradoks ortaya çıkıyor. Daha Batılı
olan ikinci grup, Batı'nın siyasi değerlerini kabul ederse, bir daha asla
iktidarı ele geçiremeyeceğini bildiği için, git gide Batı'ya ve Batı'nın
demokratik değerlerine düşman oluyor.
Yaşam tarzı olarak Batı'ya düşman olan birinci kesim ise,
iktidarı ancak Batı'nın kriterlerini kabul ederek ele geçirebileceğini bildiği
için, Batı'yla ilişkileri geliştirmek ve demokrasiyi kabullenmek istiyor.
Bu iki grup, siyasi iktidar için son kez çarpışmak üzere
hareketlenmiş gözüküyorlar.
Birinci grup ekonomik olarak da güçlü artık, Anadolu'da
üretim yapıyor, malını dış dünyaya satıyor. Para kazanıyor. Siyasi örgütünü
destekliyor.
İkinci grup ise parasal olarak da kuvvetli değil artık.
Mevcut iktidarın da baskısıyla giderek ekonomik kazançlarını kaybediyor. Dış
dünyayla iş yapan, dışarıdan borçlanan büyük burjuvazi,
Cumhurbaşkanı seçimi; kavganın keskinliğini ve iki tarafın
niyetlerini açıkça ortaya koydu.
Türkiye'yi Avrupa dışına itmeye çalışan, eski bir
imparatorluk olmanın bir yanıyla; çok görkemli, bir yanıyla; çok zayıf mirasına
sahip olan bir ülkeye küstahça davranan, işbirliği yerine baş öğretmenlik
yapmaya kalkan Avrupa'nın da... Türkiye politikasında ikili oynayıp, kurnazlık
ettiğini sanan Amerika'nın da...
... bu senaryoyu bir düşünmesini isterim doğrusu. Türkiye'de
yaklaştığı görülen kanlı bir çatışmanın, bütün dünyayı yakması sandığınız kadar
uzak bir ihtimal değil."