Yaşam çıplak, siz giyinik;
utanırsınız! Kuşandığınız kavramlar kullanılmaz, silahlar gibi sizi terk eder.
ÖTEKİ: Çoktan eskimiş bir
metafor. Dostoyevski’yi ve onu izleyen sonrakileri izlemek neye yarar şimdi?
Geçmiş bizi bırakıp gitti, o kadar şey öğrendik ki kendimiz için bile bir
klişeyiz” Murathan Mungan
Doğum ve ölüm tüm dünya
insanlarının, tüm canlıların, değişmeyen ortak kaderi; bunun dışında arada
kalan ve bizim ona hayat ya da yaşam dediğimiz mesafede yaşananlar, bizlerin
kendi kaderi; kendi hayatı mıdır acaba?
Hayatlarımızın tekamülü, yine
insanlığın ta kendisi midir?
Yaşadığımız deprem, sel felaketi,
trafik kazası, sokakta insanların sebepsiz ya da sebep varken öldürülmesi, altın
madende ki heyelan hepsi hayatımızın süresini müteahhit, İnşaat mühendisi ya da
sokakta ki sıradan insanlar mı belirliyor diye sorgulatıyor.
Doğa, artık dalında ki kuşlar
ile, gölgesinde ki tavşanlar ile, toprakta ki çiçekler ile, ağaçlar ile
belirmiyor ve var olmuyor gibi. Çünkü insan dediğimizin eli, onu parçalıyor,
betonlaştırıyor, dengesini bozuyor; hep benim olsun hırsı ve özlemi ile.
İşte sırf bu yüzden de bizler,
her gün ölüyoruz.
İliç’te heyelanın altında 9 kişi
kaldı. Sayısı var olan ama isimlerini çoğumuzun bilmediği dokuz can.
Yakınları, günlerdir, onlardan
gelecek haberi bekliyor. Ne acıdır ki, cenazelerin insanlara verilmesine
alıştırıldık, hiç sorgulamadan. O dokuz kişiyi, anneleri, babaları, eşleri,
belki sevgilileri, çocukları, yeğenleri ve daha nice sevdikleri bekliyor. Nerde
bu insanlar söyler misiniz? Neden her şeye alıştırılıyoruz; ölüme bile,
ismimizin silinmesine, söylenmemesine bile alıştırılıyoruz…
Neyiz biz, kimiz biz söyler
misiniz? Madencilerin hiçbirine hala ulaşılamadı.
Abdurrahim Şahin; Aslında
Sivas’ın Kangal ilçesi, Yaylacık köyünden, evine ekmek götürmek için Erzincan
İliç’e gelmiş.
Şaban Yılmaz, Fahrettin Keklik,
Adnan Keklik, Ramazan Çimen, Mehmet Kazar, Uğur Yıldız, Kenan Öz, Hüseyin Kara.
Hepsinin ortak özelliği evlerine ekmek götürmek ve ailesini geçindirmekti.
Ne oldu bu insanlara?
Milyonlarca ton, siyanürlü
toprağın altından çıkarılmayı bekliyorlar.
Vicdanı, yok olmuş bir dünyada
yaşıyoruz. Sürekli aydınlığı kapatmaya çalışanların dünyasında yaşıyoruz.
Umut ve özlem kelimelerinin her
gün yok oluşunu izliyoruz.
Kaderimiz sanki başkalarının
belirlediği bir kayıt cihazı gibi. Fakat geri sarma düğmesi yok. Keşke olsa.
İşte o zaman yaşanılan
haksızlıkları, acıları, kazaları her şeyi izleyebilme ve dinleyebilme
fırsatımız olurdu. O zaman belki hakkımız arayabilir, birilerinin bizim
hayatımızı yazıp, çizme hakkını ellerinden alabilirdik.
Artık kader ve alın yazısı da
rolünü kaptırdı.
Kader ve alın yazısı ile ilgili, bugüne kadar
bize hep, anne rahmine düşmeden, yaratanın kaydıyla diye söz edilirdi.
Birilerinin dokunuşu ve kötü idaresiyle başımıza gelen kazalar ve hastalıklar, bizlerin
kaderi olamaz.
Önceden ecel vardı, şimdilerde
bomba, ruhsatsız evler, denetimsiz ocaklar, etrafa ateş saçan magandalar,
heyelanlar ve daha nice vahşice ölüm şekli. Zamanın sona ermesi artık kötü
insanların elinden olur oldu.
Hepimiz artık birer klişeyiz.